5 Şub 2009

Bildik Bir Öykü / 2 (yani devam ediyor)

Ilık bir Mayıs günü..Ceketimi sırt çantamın askısına sıkıştırmış, ilerliyorum okula doğru. Etek boyları kızlarda biraz daha kısalmış, erkekler ise kravatları bağlamakla-bağlamamak arasında, kafalarına göre takılıyorlar. Lise son sınıf öğrencileri, işyerlerinde stajyerlik yapmaya başladıkları için..okula karşı oldukça gayri ciddiler. Aslında, bu rahatlık ruhu herkeste var, öğretmenlerde dahil.

Kantine girince, görüyorum bizimkileri. Mehmet, beni görünce hafifçe yana kayıyor, oturmam için. Sessiz-sakin halim onda bir koruma içgüdüsü, ağbice bir yakınlık oluşturuyor diye düşünüyorum. Kara kaşlı, yakışıklılığından zerre kadar bahsedilemiyecek birisi. Ama bir havası var ki, yanında tuhaf hissediyorum kendimi. Ses tonu, yumuşacık. Tüm diğer arkadaşlarımızın aksine, konuşurken dikkatli ve kelimeleri seçerek, özenle, sakinlikle anlatıyor. Ceketini çıkarırken, sınıfa girerken hareketlerinde bile kendine has edası var. İçimi ısıtıyor. Bazen diğer sınıfta okuyan, kız arkadaşı da bizim yanımıza geliyor. Ayla ile hemen dedikodularını yapıyoruz, tabii ki. Hiç yakışmıyorlar. Kız hem çok kilolu, hem bayağı büyük duruyor. Bizler yanında, çocuk gibi kalıyoruz. Ve bu çocukluk, uzun yıllar yakamızı bırakmıyacak, henüz bilmiyoruz.
- Hadi kıralım bugün okulu diyor Selim
- Tamam, ne yapalım diye atlıyor Ayla.
- Ben yokum..diyorum
- Sütünü de alalım sana..ha haaaa
- Mustafa gıcıksın, ağbicim.
- Yaa Seher, hadi hadi sen de gellll. Nilgün bir yandan, Emine bir yandan sıkıştırırken, Ayla kulağıma doğru yaklaşıp "Ali’lerin sınıfından mustafa’nın arkadaşları da gelicek" demesi ile “peki” diyorum, sırıtarak.

**

Büyükada’ya giden vapurun, yan tarafındaki oturma yerlerine sıralanıyoruz. Güneş, martılar, kahkahalarımız, uzaktan da olsa yüzünü görebiliyor olmam..çok çok güzel bir gün. Bir yanımda Mehmet oturuyor, diğer tarafımda Ayla tabii ki..
Cebinden bir küçük fotoğraf çıkarıyor Mehmet. Tanıyor gibiyim, şaşkın bakışlarımı görünce açıklama gereği hissediyor.
- Ali’lerle maç yapmıştık ya, geçen gün. Cüzdanında gördüm, “Seher lan bu” diyince, anlattı. Çıkardı verdi, sonra.


Ne işi var benim fotoğrafımın Mehmet’te? Neden veriyorsun ki? Nasıl verebilirsin ki bana sormadan? Pisliksin sen oğlum..yüzüne de tükürmezsem, gör sen!

Hatıra defterlerini keşfettiğimiz, anket defterlerinin ise henüz piyasa çıkmadığı bir dönem. Pembe, bol kalpli bir sayfa ayırıp, yazar mısın diye uzatmıştım, utanarak.Arasına, bir fotoğrafını eklemişti, kaç gece bakmaya doymadığım. “sen de ver” demişti, dünden hazırdım, ben..
Bugün..alelade, başka birine uzatmıştı işte.

**

İçim içime sığmıyor. Öfkeden hiçbir şeyi görmüyorum, kimseyi. Konuşmayalı ne kadar zaman olduğu hiç önemli değil. Bakışlarımdan hissediyor mu acaba, nasıl kızdığımı? Soran bir ifade ile bakıyor yüzüme şapşal.

-Ali konuşabilir miyiz? diyorum. Şaşırıyor.
-tamam, yürüyelim mi şöyle.

Konuşmalarımızı nasıl düşlemiştim halbuki. Nasıl tutucaktı elimi, nasıl sevdiğini söyleyecekti. Laf laf laf…Kızgınlığım, öfkem, sorularım karşısında gayet dimdik.

- yanlış anlamışsın, seni üzmek istemedim
- ben onu sana verdim, sana!
- Mehmet’in bir üzerime yürümediği kaldı. Ne yapsaydım?
- İzin almalıydım diyebilirdin.
- Çok mu kızdın
- Evet!
- Çok mu üzüldün..üzdüm mü seni
- Evetttt ( hafifçe yumuşayarak)

Yaklaştıkça, bedenime doğru..kızgınlığın yerini alan başka bir sıcaklığa bırakıyorum kendimi.
- özür dilerim..yanağıma küçük bir öpücük
Kızardığımı hissediyorum, başımı önüme eğiyorum. Eli ile kaldırıyor tekrar, yüzüne bakamıyorum. Dudağımın kenarından öpüyor, usulca. Sonra..sonra ben mi çevirdim başımı? O mu? Dudaklarıma değiyor, dudakları.
Şimdi şaşırma sırası, ilk kez öpüşen dudaklarımda…

Hiç yorum yok: