18 Ara 2011

Jane Eyre



Dizi, film, kitap..Neden hala ilgimi çektiğini bilmesem de, yine sıkılmadan izledim. Sakin, dingin, minik dokunuşlar, kaçamak bakışlar, çok değil az sarfedilen sözler yeterse size de, izleminizi öneririm:)

4 Ara 2011

denge'siz..



göz terazisi, yanılmaz mı?
süzdüğün beden
gördüğün bir kat elbise!

dil terazisi, yanıltmaz mı?
söylediğin
anlattığın
seslendirdiğin, bildiğini sandığın!

kalp terazisi ?
"ben" deyip deyip
dışındakileri "yeren"**
sen mi?
dengesiz!

** yermek; 1 . kötülüklerini söylemek, zemmetmek.
2 . birinin veya bir şeyin kusurlarını ortaya koymak, hicvetmek, övmek karşıtı.
3 . beğenmemek, hoşlanmamak, tiksinmek.

20 Kas 2011

Karagöz Balıkçı..



Şu yaşıma geldim ilk kez Şehir Tiyatroları sayesinde gölge oyunu izlemiş oldum :) Oyun başlamadan önce oyuncular tiyatrodaki çocuklara daha önce hiç karagöz-hacivat izlediniz mi? diye sorduğunda, ben içimden "hayır" dedim. Tv'de izlediklerimizi elbette ki saymıyorum. Kızım ve onun sınıf arkadaşları kahkahalarla izlediler oyunu...


Alacakaranlık -Şafak Vakti 1.

Yine tek bir yorum, görüntü, fragman dahi izlemeden hiçkimsenin ve hiç bir şeyin etkisinde kalmadan izledim filmi. Yan koltuğumda oturan bayan, diğer yanında oturan bayana film başlamadan fısır fısır geçmiş konuları aktarmaya çalışıyordu. Bırakın ilk 2 filmi izlemeyi, kitapları okumadan nasıl konu anlaşılabilir bilmiyorum:) Ve, kitaptaki tüm detayları bilmeden beyaz perdeye yansıyan görüntüler yetersiz, konu ilgisiz, kopuk gelmiştir bir çok kişiye diye de düşünüyorum.

Düğün sahnesi, dekoru, gelinlik tam anlamı ile rüya gibiydi. Hele ki babası ile vedalaşması. Kurtların yada kurda dönüşenlerin dövüş-koşma sahneleri de etkileyiciydi. Hep merak ettiğim kitapta o çok zor hamilelik sürecinin nasıl aktarılacağıydı. Bella öyle çökmüş, zayıflamış bir haldeydi ki, kemiklerin kırılma seslerini dahi eklemişlerdi. Finale yakın doğum sonrası Bella nın halini, kitapta gözümde canlandırırken dahi o denli trajik değildi. Vücudunun tepkileri, kanın akışı, vs.vs. Tüm eleştirelere rağmen, beğendim:)

12 Kas 2011

akis..



"küçüksün" de denemez ama

kendi değerlerini yüklendiğinde
minik aynaya bakan

devsin
yücesin, bir tanesin, mükemmelsin
görebildiğin..

O anda küçüksün!

9 Kas 2011

arefe



gün doğuyor, batıyor
gün oluyor
devran dönüyor
bayram arifesine varıyor bedenin.
yaz günü ılık şırıltısına kulağının takıldığı dereler gibi akıyor yüreğin
az uçarı!

göğsünün hizasında
yine kanatlarını çırpıyor
minik kelebek..
bulut bulut huzur.

ki, sevmediklerin bile gülümserken -bugün-
şefkatliler !

23 Eki 2011

ah!

Yaz bitti
Günaydın niyetine odamı aydınlatan güneş gitti.

ardına kadar açık pencereler
çay yudumlanan balkonlar
ince tiril tiril elbiseler
deniz düşleri
bitti..

sıcaktı
şendi
tatildi
özlemdi
bitti..

Yazın son günleri miydi?
fesleğen dedi isminin anlamına sözlükler
vakitsizdi
zamansızdı
yakışıksızdı
Reyhan

reyhan gitti, bir dünya bitti!

17 Eki 2011

dip..

Nicedir,
aynı nakaratı tekrarlıyor dilin
dudaklarının kıpırtısında sıralanıyor
ard arda sözcükler..

ya anlamıyorsun harflerin
birbirlerini takip eden dizilişini
ya bilmiyorsun bu lisânı.

sustun!

- yankısını duyduğunda
sesinin
içte
dipsiz
derin
kuyunun yanıbaşında
sırf düşmemek için tekrara.. -

Nicedir,
uzanır oldu kolların
omuzun
bedenin..
sırf sana değil
soluduğun havaya dokundu şiir

Sen ki
balıktın karada
nefessiz!

-soluduğun havayı dokudu şiir-

12 Eki 2011

Şairin Romanı / Murathan Mungan



Yıllar önce Yüzüklerin Efendisi kitabını okurken de, benzer bir duyguya kapılmıştım. Bilmediğiniz, görmediğiniz bir düşün kapılarını aralıyor M.Mungan kitabının ilk satırlarından itibaren. Yüzüklerin Efendisi örneğini versem de, anlatım olarak aynı tarzda değil elbet. Kelimeleri üst üste, yan yana, taş üstüne taş dizer gibi süslüyor kitabında. Okurken, altını çizmekle anlatılanlara bölünmeden kapılıp gitmek ikilemi arasında kaldım. Sonra, ikinci kez yeniden okuma sözü vererek kendime, devam ettim.

Konuyu aktarmak doğru olmaz sanırım. İşleyiş, anlatım, konu, içindeki dünya o kadar güzel bir lezzet bıraktı ki, anlata anlata bitirebileceğimi sanmıyorum:)


Murathan Mungan'dan "Şairin Romanı"

Şiirin öldüğü, romanın öldüğü, hatta edebiyatın öldüğü, yazılı kültürün de giderek ölmekte olduğu söylenen bir çağda dünyanın ve dilin belki de en eski sanatı olan şiire, roman sanatı aracılığıyla alçakgönüllü bir saygı duruşu…

16:34 | 11 Nisan 2011


Murathan Mungandan Şairin Romanı

Şair yazar Murathan Mungan’ın Temmuz 2005'te yayımlanan Elli Parça kitabının birinci bölümünde okurlarıyla buluşan “Şairin Romanı” 8 Nisan’da kitapevlerinde, hem karton kapaklı hem sert kapaklı olarak satışa sunuluyor. Görsel Tasarımını Hakkı Mısırlıoğlu’nun yaptığı kitap, kapağının yanı sıra her bölüm için özel olarak tasarlanmış 7 iç bölüm kapağından oluşuyor.


“Şairin Romanı”, teknolojinin, elektriğin, modern diye tanımlanabilecek birçok şeyin keşfedilmediği, dünyanın kadim zamanlarını andıran “Yerküre” adlı bir gezegende hemen hepsi şair olan kahramanlar arasında geçen, çok kişili, çok olaylı, uzun soluklu bir roman.
Batı’nın modern çağ fantezi romanlarıyla Doğu’nunBinbir Gece Masalları’nın özgün bir bileşimi “Şairin Romanı”, pikaresk roman geleneğinden başlayarak roman sanatının geçirdiği çeşitli evrelerden masalsı bir dille nasibini alan yekpare bir anlatı kuruyor. Zaman zaman tabiat tapınmacılığına varan pagan bir duyarlık taşıyan roman okuyucularına yol boyu geçilen şehirleri, binaları, ağaçları, çiçekleri, hayvanları, gelenekleriyle başlı başına birgezegen sunuyor. Romanda, aşk, macera, intikam, yolculuk, kimlik değiştirme, bir esrarın aydınlatılması gibi roman sanatının belli başlı tüm izlekleri saklı bir ironiyle yer alıyor.

6 Eyl 2011

düne - güne



Şimdi
koynumuzda duran şeffaf kolyedir
acınız!

( bakışların-ızın- değmemesi
neyi
değiştirir? )

20 Ağu 2011

Fedailerin Kalesi Alamut /Wladımır Bartol



Güzel bir genç kızın hiç bilmediği, tanımadığı insanlarla yaptığı bir yolculukla başlıyor kitap. Cennetten farksız bir yerde buluyor kendini. Aynı yerin bir başka tarafında ise sıkı, disiplinli ve zorlu bir eğitimden geçirilen gençlerin gözünden dinliyoruz Alamut Kalesi'ni..
Hasan Sabbah'ın istediği ve planladığı şekilde sınavlardan geçen bu gençler, fedai olarak savaşmaya hak kazanıyorlar. Ve içlerinden şanslı olan üç tanesi "cennet kapılarının" anahtarının emanetçisi olarak müjdelenen Seyduna'nın, yıllar öncesinde bulunduğu bir ortamda kullandığı ve âşık olduğu kadın aracılığı ile sırrını öğrendiği,yetiştirdiği haşhaşlar sayesinde başları dumanlı, hisleri zayıf olarak cennette huriler arasında bulurlar kendilerini..
Döndüklerinde, yaşadıkları o anlara olan bağlılıklarının derecesinde Seyduna'ya bağlanırlar. Ölmek artık onlar için cennette vaad edilen ve dokundukları o güzellere kavuşmakla eştir. Kalenin kuşatıldığı, elçilerin huzurda bulunduğu kısaca, tanıkların gözleri önünde "ölmeleri" emredildiğinde gülerek ve âşkla sunarlar bedenlerini...Korku, saygı, şaşkınlık, kızgınlık, endişe ile seyretse de diğer fedailer, yeni mesih olarak gördükleri Hasan Sabbah için çılgınca ölüme gitmeye adarlar kendilerini..

6 Ağu 2011

esinti..



Kalbine eser, rüzgarın nefesi
yanıp kavrulurken; kıble
üşürken gündoğusu!

günden paya düşen fırtınaysa
bedenin dimdikse de ne âlâ
yüreğin alabora!

24 Tem 2011

aşikâr..

Dedi ki, buğulu sesiyle

Bayım, yüzyıllar öncesi idi belki de sizi ilk görüşüm.

Yağmur ve çamurun birbirine karıştığı işlek bir cadde de

Eteklerimi toplamış gidiyordum, telaşlı.

Siz, o süslü şapkanız,

bastonunuz ve şık kıyafetinizle atların çektiği arabanız içinde

Kısa

Kısacık bir an göz göze geldik.

Birkaç çay partisi, bir iki konser çıkışı tebessüm ettik birbirimize.

Ki, kavuşamadığımız aşikâr.

Bayım, beyazlara bürünmüş esmer tenli köleydim,

Yeşillikler içinde bir bahçe de, yeni açmış çiçeklerin üzerinde

Vakit geçirmek için yanıma gelen bir sahiptiniz!

Teninizin tadı eski günlerden aşikâr.

Bayım, kadınlı-erkekli kalabalık bir meydan.

Belki, panayır

Belki, düğün.

Tokmadığın davula inen tok sesi.

Süzülen bakışlarım,

yine size değen bakışlarım.

Basmadan elbisemi düzeltmişimdir birkaç kez, çekinerek.

Yeleğinizin cebinden çıkarıp sarma sigaranızı yakmışsınızdır, efkârlı.

Ola ki, kavuşmuşuzdur o seferinde.

Ağustos böceklerinin seslerini dinlediğimiz gecelerde, öğrenmişizdir

Karşılıklı susmayı.

Yorgun gün sonlarında, birbirimizde soluklandığımız aşikâr.

Dedi ki, buğulu sesiyle

Aşk mı dediniz bayım?

Bunca kalabalıklar içinde

Dönüp dolaşıp

Dönüp dolaşıp aynı insana yanmaktan başka nedir ki?


18 Tem 2011

Ahmet Ümit'ten okunupta, eklenemeyenler :)


İnce, kısa kısa öykülerden oluşan bir kitap. Bir solukta bitse de, içindeki öyküler biraz daha detaylandırılsa bilmem kaç sayfalı koca bir roman olabilecek kadar ince kurgulanmış ve etkileyiciydi.



"Patasana" Günümüzdeki bir arkeolojik kazı ile Hitit'li yazman Patasana'nın tabletlerle aktardığı, iki değişik olayla soluk soluğa okunan bir kitaptı. Kazı çalışmaları bir yandan devam ederken, bölgede yaşanan cinayetler, Esra, komutan, askerler, kürtler, ermeni soykırımı, Hitler Almanya'sı gibi çok çeşitli konular da aktarılıyor. Ve beklenmedik bir son :)








"Sis ve Gece" Okumakta oldukça geç kalmışım kitabı. Hatta, 2007 yılında filmi de vizyona girmiş. İzlemedim de, henüz..

İstihbarat servisi'nde çalışan duygusal olarak sevdiği bir dostunu kaybetmenin acısını yaşarken, tutunduğu bir umut olan Mine'nin ortadan kaybolması ile başlayan, gelişen ve biten süpriz son. Finali bir kaç bölüm önce tahmin etmiş olsam da, yine de bazı detayların kurgulanması ile yine keyifli bir Ahmet Ümit klasiği diyebilirim.

17 Tem 2011

Piruze - Sinan AKYÜZ



Bazen ben seçim yapmadan, okuduğum kitaplar konu, ortam olarak birbirlerini takip ediyorlar yada tamamlıyorlar.
Babasının görevi nedeni ile gittikleri ve yaşamak istemediği Şam'da, gönlünü çelen bir delikanlı ile ailesinin itirazlarına rağmen evlenmeyi seçiyor Piruze. Mutlu evliliği, kendisini çok seven kayınpederinin ölümü ile hiç ummadığı yöne doğru gidiyor.
Sadece Şam'da değil, Türkiye sınırları içerisinde de pek çok kadının yaşadığı kayınvalide şiddeti, aldatılma, evden kaçış, çocuklarının hatırına geri dönüş, eşinin ikinci bir evlilik girişimi, kayınvalidesinin desteği, iftiralar, şiddet ve çocuklarını ardında bırakarak evine, daha doğrusu destek göremeyeceğini bildiği için baba yuvasına değil kendi şartlarını sıfırdan yaratarak yeni evine kaçış..
Son sayfasını bitirdiğimde ya sonra? dedirten kitaplardandı..

Halide Edib Adıvar - İpek ÇALIŞLAR



Ne kadar da, az anlatılmış, tanıtılmış diye düşündüm okurken. Yaşadığı her anı dolu dolu geçirmiş bir kadın Halide Edib..Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde öğrenim görmüş. Amerikan etkisi, yıllar sonra "mandacılık" la suçlanmasının ilk izleri öğrenim yaşamı ile başladı belki de..
Evlilikleri, romanları, bulunduğu entellektüel çevre, Atatürk'le yollarının kesişmesi, çatışmaları, diktatörlükle suçlaması, çocukları, onlara hep hasret kalması, askerliği, Latife Hanım'la, Fikriye ile tanışması, yurtdışında yaşadıkları yıllar, Atatürk'ün ölümü, İnönü'nün onlara verdiği destek, yurda dönüş, üniversite de İngiliz Bölümü başkanlığına seçilmesi, yayınlanan romanları, hatta sinemaya aktarılan romanları, yaşlanan sert bir mizaca kavuşan, eşini kaybeden, hastalandığında bile günlerini boş geçirmekten yana olmayan bir Halide Edib.
Doğruları ve yanlışları ile tarafsız bir anlatımla yazılmış, çok güzel bir kitaptı..

Saraydan Sürgüne - Kenize Murad



Sarayda doğup, o kültürü alan bir minik kız Selma. Annesi Sultan Murad'ın kızı Hatice Sultan 25 yıl Çırağan Sarayı'nda tutsak yaşamıştı babası ile birlikte..Sürgüne gönderildikleri Lübnan'da kızını bu tutsaklığın tesiri ile serbest, özgür ve bir o kadar güç şartlarda büyütmüş. Alışageldik lüks ve cömertliğin bitmesi ile parasızlık, hastalıklar derken Selma Hindistan'da hiç görmediği, tanımadığı bir Raca ile evlendiriliyor. Kitabın bu kısımlarında Hindistan'daki yoksulluktan, geleneklerinden ve özellikle Kerbela Törenlerinin anlatıldığı kısımlarda ruhum daraldı diyebilirim. Kitap trajik bir şekilde, kitabın yazarı Selma'nın kızı Kenize Murad'ın Paris'te doğumu, yoksulluk, sefalet içerisinde ölüm ile sona eriyor.

Tarihe yine farklı bir açıdan bakmanızı sağlıyor kitap.

27 Haz 2011

serbest düş'üş..



"ah!
istanbul hiç bu kadar tenha olmadı
istanbul bu kadar tenha kalmadı"

yakalayın beni de
kollarımdan
bacaklarımdan
kalabalıklar içindeki yalnızlığımı tutun
tutun gagalarınızın ucundan..

göklerin maviliği gözlerime..
bulutların tüyden hafifliği ruhuma..
rüzgarın fısıltısı tenime..
sinerken

kalanlarımla bırakın beni
bırakın, bulduğunuz yere!

5 Haz 2011

!



Sessiz kalıyorsam
İki çift kelimeyi ardı ardına ekleyememekten değil!

Öfkenin zehiri saçılırken etrafa

Karalarken adımı
Geçmişimi
Huyumu
Sükût edebimdir!

Hakaret edebilme hakkını kendinde görüyor olman
Karşındakinin bunu hak ettiği anlamına gelmez!

Selam’a selam
Sevgi’ye sevgi
Alkış’a alkış
Hakaret’e hakaret
Katamam

Deşme!

24 May 2011

minel aşk!

“Dön,

Zaman değişsin
Dönsün geçmiş”

Sıralanıyor cümleler önce gözlerindeki bakışa
sonra derinlere

İzliyorsun

Sözler eksik kırık, dökük..
ne eksik
ne ?

Tek kelimesiyle içindekileri savuran!
Minik bir toz zerresi olsan da, şu yeryüzünde
“En önemlisin” i hissettiren sana
Hani özlemlerin ateşi
Öfkenin
Kendi kendini bitiren kıskançlığın
Eş değeri!

Yüzüne yansıyan güneş
Ah heyecanlar
O’nu beklemeler
O’na varmalar
O’nu hatırladıkça
hatırladıkça yaşıyorum sanmalar
ah minel aşk!

dön ki,
değişsin bugün
aşk değiştirsin; aslına varırken zaman!

14 May 2011

mayıs


gittikçe kayboluyor ağaçların ardında güneş

mavi

kırmızı bir şerit, izi..


ağaç yapraklarında asılı kalıyor

esen serin rüzgar

ve nisan'larım..

ki, tomurcuktu günleri

gonca gonca

açardı!

üfle

soluğun yettiğince..

sıkıca yumarken gözlerimi

"mayıs" diyorum ben

Bu

bahardan, son dileğim..

14 Nis 2011

tekrar..


Kalabalığa
kalabalıklara
karıştığını düşünürken;

çarşı da
pazarda
yollarda
otobüsün içinde
durağın altında
kaldırımda telaşla akıp giderken yan yana!

kayboluyordu"ben"liğin.





29 Mar 2011

tekrar..



Hatırlamadıklarını, hatırlıyorum.

Hatırlıyamadıklarını da, hatırlıyorum.

Hatırın için!

26 Mar 2011

sızı

“Omuzun, dayalı kaldığında

kapının ardında / dışarıda kalakaldığında

belki, anlarsın.”

Yüzüne yayılan tatlı tebessüm de silinir

İçine dokunan huzurda..

Ellerin!

İlk

eller koyar mesafeyi

uzak ve o denli yabancı.

Gözlerin!

Yüze düşmeden izi

Varlığın etrafında dolanır, ürkek.


Beden terk ettiğinde;

ruh çoktan kopmuştur bağlılık yemininden

ağlarsın!

15 Mar 2011

kayıp


Hangi günde?
Hangi dar zamanlarda?
Hangi sende kaldın?

“bıraktın kendini” dediler..

Buralara sığamayışın, belki ondan!

5 Mar 2011

Hakikatçi / Özcan YÜKSEK


Anlatmak, anlatılanı yaşatır; anlatmak, anlatanı yaşatır; ve aynı esnada, anlatmak, öykü olarak anlatılanı yaşatır.
---

İyi bir masal anlatıcısı masalı yaratmaz, yalnızca ve yalnızca yaratılmış olanı anlatır. Zaten o masal, yüzlerce yıldır, binlerce yıldır, zamanın ve insanın soluklarından meydana gelen sıcak rüzgarların ve insanın gözyaşlarından gelen yağmurların etkisiyle şekillenmektedir.

---

Düşünüyorum da sanki bazen ellerim başkasının elleri, kendi zihnime tamamen yabancı başkasının elleri, bazen de ellerim bana ait, ama zihnim benden çok uzaklarda, almış başına gitmiş. Aslına bakarsanız bazen bu durum ellerimin başına geliyor, bazen gözlerimin; bazen de adeta bütün gövdem başka biri oluyor, zihnim başka birisi. Bu yüzden olsa gerek, kimi zaman ellerimin arzuladığını ruhum unutuyor, ruhumun arzuladığını da ellerim.

---

İnsana verilen her ad, o adı daha önce taşıyanın ruhunu da taşısın diye ona bağışlanır.

---

Eskiler der ki, kalem gözyaşlarını döker, kitap gülümser. Böyle say sen bu kitabı.

---

Zaten ne tuhaf sözcüktür şu “baş başa” sözcüğü, insanı bir anda iki kişi yapar!

---

“Sorunu şöyle cevaplayayım” demiş, mimar. “Şu iki şişenin içinde farklı iki sıvı var. Biri dağdan gelen su, diğeri ise beyaz şarap. İkisi de şişenin içinde aynı durulukta ve berraklıkta gözüküyor. Ama dudaklarıma değdiğinde, içlerinden biri beni alev alev yakıyor. Diğerini hissetmiyorum bile. İşte bu, aşktır.”

---

Hakikatçi der ki, her birimiz başkası için yaşarız. Birimiz olmadan öbürümüz olmaz. Öykü anlatmak yaşamın tarifidir, başka bir şey asla değil. Anlattığımız, sanki, eski bir yaşam gibi işitilir. Oysa anlatan, yaşadığını anlatırken yaşar. Anlatırken, yani yaşar iken, ölümü öteler, yaşamı uzatır. Artık bir anlatı, bir öykü haline gelen geçmiş yaşam, hem şimdi zamanı, hem gelecek zamanı yaşatır. Yaşam, yaşamı anlattıkça yaşamı yaratır. Geçmiş, şimdiyi ve geleceği yaratır. Zaten anlatmak, yaşamı düşünmektir. Yaşamak ve anlatmak nasıl oluyor da aynı fiilin iki farklı adı oluyor? Şundan oluyor ki, insan, yaşadığını bilen tek yaşayandır.

---

Tuhaf olanı anlamak için tuhaf olanla yüzleşmek gerekir, tuhaf olan yollara sapmak, tuhaf olan gülüşün peşinden gitmek, tuhaf hislerin esiri olmak, büyülenmek, ruhun ve bedenin simyasına boyun eğmek gerekir belki de. Kendini yıkmadan, tamamen yıkmadan yenileyemediğin gibi, kendini kaybetmeden yeniden bulamazsın, böyle öğrendim eskilerden.

---

Eskiler der ki, geçmişin anlamlar hazinesini bir ejdarha bekler, bu ejderhanın adı kalemdir. Bu ejderhanın dişlerini yeni sözcüklerle doyurmak gerekir ki, o da bize kendi hazinesinden sözcükler bağışlasın. Öyle yaptım, heybemdeki sözcükleri ejderhanın ağzına tane tane, bazen avuç verdim ve tükettim. Elimi attığımda, heybenin diplerinde, kıyısında köşesinde tek tük sözcükler kaldığını hissediyorum ama bunlar ejderhanın dişinin kovuğunu doldurmaz.

Binbir Gece’de Yolculuk I –Hayata ve Ölüme Dair

HAKİKATÇİ-Özcan YÜKSEK


27 Şub 2011

Zoraki Kral

Doğrusu Oscar adayları arasında gördüğüm için, izlemesem içimde uhde kalacağı düşüncesi ile izlemeye karar verdim. Aksiyon barındırmayan, iki kişilik dialoglarla geçen bir konu olmasına rağmen yine de, sıkılmadan izlediğim bir filmdi. Konuşabiliyor olmanın, günlük hayatınız da basit olarak gördüğünüz bir eylemin, bir başkası için ne kadar da güç olabildiğini, hissettiriyor size.

Bir de, gerçek bir hayatın izleri olduğunu da unutmamak gerekiyor. Yine de, aylardır vizyona girmesini beklediğim siyah kuğu'yu da yarın izledikten sonra, hangi film gölge de kalıcak biliyorum:)

Gelecek filmlerin fragmanları içerisinde dikkatimi çeken "kader avcıları" oldu..izlemeli tabii ki:)



24 Şub 2011

kıssadan hisse..



Bahtının ensesinden yakaladığında kader
savurur gönlü ne yana eserse..
hem kaldırım taşlarına sürte sürte ezer bedenini
hem kır çiçeklerinini döker sefa ile hoş eder sözünü.

İnsana kendini benliğini unuttursa da günü geldiğinde
-varlıkta ve yoklukta-
özünden sevgi dilimlerken, hep kenara ayırdıklarını
unutma!

Dirseğin itelerken elin çağırdığında sefanda,
sen dışında
ne bahttır, ne dosttur
kandırdığın!

21 Şub 2011

umut'suz..




minik bir çikolata kırıntısı düşmüş; ısırırken dişlerinle
tam da, onda mıymış mutluluğun?

dil ucunda
damak tadında..

düşerken
biterken
beklediğin.

- çabasız, amaçsız durağanlığın da
ödülü olacak mıdır?

"öbür -umut- yüzünü gösterdiğinde güneş
çevrildiğinde -can- küren kumdan saatin yavaşça kayarken avuçlarından
sislerin ardından belirir belki ne olduğunu dahi bilmediğin"

13 Şub 2011

İncir Reçeli


Rezervasyon yaptırmak için sinemayı aradığımda, isimleri aklımda tutmayı başaramayan hafızam yine güzel bir oyun oynayarak, "incir çekirdeği" ismini söyleterek bana ve yer ayırmak için telefonun diğer hattındaki kişiyi de kahkahalar attırarak başladı filmle maceram.

İzlemeye gelenlerden birinin birebir ifade ettiği gibi, ailecek film izliyormuşuz havasında minicik bir cep sinema salonuydu. Yayınlanacak filmlerin fragmanlarını izlerken, bir sıra yanımdakilerin hala fısır fısır duyulmadığını sanarak, duymak zorunda kaldığım çok gereksiz dedikodularından rahatsız olduğumu pufflayarak ifade etmeye çalışırken, karanlıktan aydınlığa geçiş yaptığım
ız için tüm salonun aynı off puff seslerine karıştım:)

Film başladığında tüm ışıklar açıktı ve sinir oldum buna..Kenarlarda oturan bir bayanın bir koşu dışarı çıkıp, görevlileri uyarması ile ancak durum normale döndü.

Güzel bir müzikle başladı film, güzel şarkı söyleyen bir bayanla devam etti. Barbara Lourens'miş bayanın ismi ve şarkıları kadar hüzünlü bakışları da çok hoştu.

İnsanı sarıp sarmalayan bir aşk filmi değildi. Yada bana öyle geldi :) Sezai Paracıkoğlu'nu daha önce nerede izlediğimi bilmiyorum, siması tanıdık gelse bile. İfadeleri, hareketleri ile sadece onu izlemek için bile değerdi demeliyim. Sabah uyandığında, gerçekten uyanır gibiydi. Kederle sevdiği kıza bakarken de, acısını hissediyordunuz vs.vs.

Hani erkek karakter o kadar doğal olduğu için mi, kadın karakter o kadar yapmacık geldi bilemiyorum. Ama Melike Güner pek eğrelti geldi. Hele kahvaltı için gittikleri yerde, konuşma tarzı hareketleri..günlük hayat içerisinde de, böyle abartılı davranışlar hoşuma gitmediği için mi bilemiyorum, sevemedim.

Bol içki, bol balık ziyafeti ve müzik eşliğinde, aslında görünenin, sandığımız gerçekler olmadığının ortaya çıkması ile farklı bir sonuçla bitiyor film. Yine Sezai Paracıkoğlu'nun bir bunalım süreci var ki, saçından başına, bakışlarına kadar etkileyiciydi..




Düğün / Julie Garwood


Reklama girer mi bilemiyorum ama D&R'ın küçük cep kitaplarını seviyorum. İşe gidip-gelirken yolda okumak zorunluluğum olduğu için, çantamda büyük ebatlarda kitaplar taşımak zorunda kalmıyorum. Bu kitabı tercih nedenimde buydu aslında. Okumaya başladıkça, dış kapağı beyaz olmasa da, içerik olarak bir beyaz dizi klasiği olduğunu söylemeliyim. Güçlü, zengin, gururlu bir erkek kahraman. Bir o kadar çılgın, dediğim dedik, boyun eğmeyen bayan kahraman. Yine de, başlayınca bırakamadığımı itiraf ediyorum :)



11 Şub 2011

Kurt Seyt - Shura / Nermin Bezmen



Kütüphanemde, okunmak için sırasını çok uzun bir zaman sabırla bekleyen kitaplarımdan biriydi. İlk yayınlanma yılı 2008 olarak gözükse de, bir-iki yıl farkla ve Figen'in tavsiyeleri üzerine aldığım bir kitaptı. Birbirlerini içerik açısından takip eden okuma sıram yine şaşmadı, demeliyim. Hürrem Sultan, Kırım dan gelmişti bu kitapla da Rusya'ya Kırım'a kadar gittim. Büyük bir bölümü Rusya, Çar'lık dönemi, Bolşevik isyanı ve tüm bunların içerisinde yaşanan gerçekten de yaşanmış olan bir derin aşkın hikayesiydi. Anadolu topraklarına, sonrasında İstanbul'un Beyoğlu sokaklarına taşınan, bir eski İstanbul ailesinin yaşam tarzını ve göreneklerini de dahil eden, çok hoş bir kitaptı.
Devamı olan Kurt Seyit ve Murka'yı da okumak, şart oldu :)

6 Şub 2011

Aşk Tesadüfleri Sever..




















"Seni ararken
kendimi kaybetmekten yoruldum
buldugumu zannettigimde
kendimden ayri düstüm

bu garip bir veda olacak
cünkü aslinda hep icimdesin
ne kadar uzaga gitsem de
gittigim her yerde benimlesin

söylenecek söz yok
gidiyorum ben

hoscakal hoscakal hoscakal hoscakal..!
ben bir kisrak gibi
gelmisim dünyaya
sahlanip kosmak icimde var
hoscakal " Şebnem Ferah

Nedense sondan başlamak istedim, son sözlerden..Öyle kırık dökük, gözlerimin kırmızılığı belli olmasın diye koltuktan kalkmadan bir süre beklerken hâla kulaklarımda çınlayan şarkıdan.

Çok güzel bir filmdi. Çok doğal. Oyuncular, renkler, dekor, müzikler, eller, bakışlar, sesler..evet oldukça fazla etkisinde kalmış bir durumdayım ve ifade edeceğim kelimelerin ise yeterli gelmeyeceğini biliyorum. Sıcacık bir filmdi. Güldüren, içi sızlatan, evet hem de ağlatan. Konusundan bahsetmemek en güzeli :)

Bir sahnesinde Deniz "bir anlamı olmalıydı, doğmamın" diyordu tesadüf eseri hayata merhaba dediği, doğduğu günü hatırlarken. O an, dinleyip geçilen repliğin önemini, sonraki sahneler aktarıyordu. Bu küçük bir ipucu olsun..

Hürrem Sultan / M.Turhan TAN



Ahmet Ümit'in kitabının sonuna yaklaşırken uzun uzun Mimar Sinan ve ölümsüz eseri Süleymaniye Camii, kızı Mihrimah, onun adına yaptığı cami ve duyduğu gizli sevgisini okurken, yeni başlayacak Muhteşem Yüzyıl dizinin de reklamları denk gelince okumak şart oldu. Kitaba da, bir arkadaşım sayesinde ulaşınca henüz raflara düşmeden Hürrem Sultan'ın hayatı, bitirmiş oldum.
Güç, iktidar, hırs, zevk, düşkünlük, ihanet, iç ve dış hesaplar derken..aslında, günümüze çokta tezat düşmeyen ama kelle koltukta yaşama korkusu ile bir adım önde olmanın telaşında yapılan katliamlar ve hepsinin ortasında sözü ferman sayılan bir padişah.
Sonra ki padişah kimmiş düşüncesine yöneltiyor insanı :)

30 Oca 2011

vicdan..



Bir gün;
yanyana yürümemeye başlanır
hizanız bir olsa da.

gözlerini kaçırdığında değil de,
söylediklerinin ardında
saklamaya çabaladıkları
dolanır durur
ellerinde, dilinde
ha döküldü, ha sökülecek!

samimi-yet ne denli yeterli kalır
büyütürken o
kucağında buz dağları!


Bir gün;
vur dum duymazdın
o gün vurdu en çok sol köşenden
bildiği en apaçık yarandan!

Elini uzattığında
lütuf ihsan eyledi o..
Hata'sızdı
Suç'suzdu
-kendi değerlerinde-
Sustun.

Bir gün;
Adımlarının gerisinde kaldı.
Yürüyüp gitmek yakışmazdı
-vicdanına sor-
silkeledin, gittin!




18 Oca 2011

İstanbul Hatırası / Ahmet Ümit

Son dönemlerde okuduğum kitapların başı, sonu yada kendisi dönüp dolaşıp İstanbul'a çıkıyordu. Derken Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası ile ince ince içime işledi kendileri, blog şablonun değişme sebebi de tamamı ile bu kitapla ilgili.
Jean Christophe Grange (yazana kadar bir kaç kez nete bakmak zorunda kaldım)'ın Kızıl Nehirler'ini ilk okuduğumda, elimden bırakamamış, işe gidip-gelirken yol bana yetmemişti :) İstanbul Hatırası'nda da aynı lezzeti buldum. İnsani duygularla sarmalanan, hisli, romantik, kanlı, merak uyandırıcı, kan ve cinayetlerle bezenmiş, çok güzel bir kitaptı.
Her bölümünde yada her cinayette öğrenilen İstanbul'a ait tarih bilgisini de katarsak işin işine, mutlaka okunması gereken bir kitap.





17 Oca 2011

Deniz / Birhan Keskin


Uzun uzun bir yağmuru okudum,

Uzun ıslığını taşıdım rüzgârın,

Uzak bir kıyıya mektup yolladım.


Döndüm, derinde dövdüm kendimi.

Duydum, kırıldı içimde tuz sesi

Bir derine ağladım.

(Keder saldı içime bir denizden bir midye,

Taşı gördüm ağırlık indi dilime)

Engin de kendinden uzağı özlermiş

Ufuk bir şey değilmiş bana, gördüm.

Hayal kıvamıymış aşk,

Gülün kokusunu bademin neşesini

istedim.

Ah bilemedim de nasıl geniştim,

Koşup kapaklanayım bir kucak istedim.

(Yeryüzü Halleri'nden)


13 Oca 2011

Lüsyen / Can Dündar













“Lüsyen” Çok küçük yaşlarımda, henüz ne gördüğümü anlamadığım bir dönemde rastlamışım, ilk fotoğraflarına. Abdülhakhamit’in tablosu, eşyaları, kalemleri ve çalışma masası ile beraber duvarda asılı resmine. Ama unutmuşum işte, baktıklarımı, dokunduklarımı..Tâ ki, Can Dündar’ın kitabını okumaya başladığımda, sayfaların arasında Aşiyan Müze’sindeki ( babamın uzun süre çalışıp, emekli olduğuTevfik Fikret’in müzesi) fotoğraflarını görünceye dek.

Abdülhakhamit döneminin elit, entelektüel ve hatta dâhi olarak görülen, yaşını başını almış zat-i muhterem kişilerinden biri. Lüsyen nerede ise onun yarı yaşından bile küçük. Birbirlerine besledikleri duygular, yaşadıkları zorluklar, ayrılık dönemlerinde birbirlerine yazdıkları sözcüklerle beslenen sevgileri.

Karışık duygularla okudum, kitabı. Onaylama, içten itirazlar, yadırgama, acıma, bazen haklılık payını da ekleyerek. Sadece yaşadıkları aşk değil, yaşadıkları o savaş dönemlerinde Anadolu’da insanlar çabalarken, yurtdışına kaçmaları, tutarsızlıkları vs.vs. Abdülmecid’in konuğu olarak Dolmabahçe Sarayı’na taşındığını, Zincirlikuyu mezarlığı’na çok büyük bir törenle ilk gömülen ilk kişi olduğunu da, bu kitapla öğrenmiş oldum. Okumalı J