30 Oca 2009

VP.



Ellerimde ki

kır çiçekleriyle geldim kapına,


al beni içeri..

al beni yanına..


Kırdığım

her bir an için


bir çiçek

o kıvır kıvır

saçına..


gülen gözlerinle

"hoş geldin" dermisin ?


bu arkadaşın olan şaşkına..

not: mani gibi oldu ama :)





gerçek /2

Yumuşak uçlu,

Siyah bir kurşun kalemle yazıyor olsam da..

Bu
Benim yazdığımı

Senin okuduğunu
Değiştirmez.

Kabasın!

29 Oca 2009

yine de..

Şimdi bir şiir yazsan

Bir su kadar duru..
İçsem yudum yudum
Kanmamacasına..

Her satırında
ayrı bir melodi yükselirken içinden
kelimelere tutunup yüreğim
Sana uçsa..

Geçer
bu içimdeki kırgınlık
diner
örselenmiş ruhumdaki
izler

Minik iki satır,
bir şiir yazsan
inansam
yine
ve
safça
inansam..

..

28 Oca 2009

...

Güne se(n)ssizlik, çöküyor

yağan yağmurlarsa, bedenime.


Islanmıyorum bile!

Akıp giden su damlaları, benim.

içimin kötülükleri yıkanıyor..

Arınan yüzümün orta yerinde,
bakışlarımda

Sessiz, bir iyiniyet -yeniden- insanlara..

yalnız'lık

Gecenin karanlığın da sarıldığın, sevgili

Kalabalıklar ortasında sığındın, sessizlik

Bir dost sohbetinde,

dostunun yüzünde ki

yansımadır,

yalnızlığın..

26 Oca 2009

..



gizlenir

tüm değer verdiklerin

önemsemeler ayrıntı olur

unutulur

**

kırgınlıklar bastırır

omuzlarından bedenine.


kırılmalar

içinde başlar önce

sonra gözlerine yansır

**

savaşa dönüşür

yaşanan/ yaşanmayan..

**

veda havası siner sözlere.
bitti diyerek,
varmak istedikçe finale
karşı el, hep uzanır
tutar belinden.
**
hatırlanan bir küçük anının

sıcaklığı..

söylenen bir tek kelimenin

öfkesi..

**

susamamacasına

bitmemecesine

**

haykır

şimdi..


haykır

sende kalmasın

artık

hiçbir izi !



.

ne o, ne bu

Umut,
para,
şans,
tesadüfler,
ne de sevgi..

sabırdır,
yaşamın en büyük erdemi!

24 Oca 2009

içimde..


Havayı içine çekip,

dudaklarının arasından,

dışarı salıvermek kadar

kolaydı,

birileri için "sevmek"
**

Oysa, yaşamak içindi

nefes almak..
**

ve yaşarken

farkına bile varmadan, önemini..

İçinde hissedebilmekti!

.

23 Oca 2009

bir güne, bir düş / 2

Kötü bir sabahtı.

Uykuyu seven biri olarak, sabah yataktan kalkmayı işkence ile eş anlamlı kabul ettiğimi varsayarsak, yine ızdırap verici bir sabahtı..Cep telefonumun uyandırma melodisi bangır bangır çalmaya devam ediyordu “öpünce anlıyorum, ben seninle yaşıyorum….” Ne coşku dolu, değiştirmeliyim, bir ara..
Yüzümü yıkayıp akşamdan hazırladığım elbiselerimi son sürat giyinirken, aynadaki halime takıldı gözüm. Vasattım. Bir-iki süs yapmalıyım diyerek, mavi, yeşil ve kırmızı ile boyadım kendimi.
Anahtarlarımla kapıyı kitlerken, ensemde hafif bir ürperti dolaştı. Deniz kenarındaymışım da o tuzlu suyun kokusu omuzumdan dürtüp “bana bi bak sana sen der gibi”. Anlamsız bir cümle kadar, anlamsızdı tabii ki.
Uzun çizmelerimin fermuarını çekmekle olan mücadelemde, kalan geç kalma limitimi de sonuna kadar kullandığımı anlayarak sokağa attım kendimi.
İlk anda dışarıya, sokağa, o ilk bakış anında..gördüm onu. Beni bekliyordu. Neden beni bekliyor olduğunu bilmediğim gibi, kim olduğunu da henüz bilmiyordum.

-Bakıyor olmasından mı vardın kızım bu kadar neticeye dedim kendime..
- eee hala bakıyor ve geliyor dedi kendim.

-günaydın hanımefendi

- günaydın, ciddi tonumla

-ne güzellerin güzelliğini kıskandıracak bir gün güzeli..değil mi?

- siz öyle diyorsanız beyefendi..şaşkın tonum

-gidelim mi?

- nereye? en şaşkın tonum

-elinizi verin bana ve düşlerinizi lütfen.

-sapık mıdır, manyak mıdır ne elini vermesi kızım dedim kendime.
-pekde temiz yüzlü ama beee dedi, deli iç sesim, elimi uzatırken.

Bir göz açıp kapama süresi kadar, geçen, anlayana kadar biten zamanda ince, upuzun nereye vardığını göremediğim bir merdivenin önündeydik. Yan yana basamakları çıkmaya başladık. Böylesi tatlı bir çılgınlık yapmanın ruh kıkırdamaları içinde iken, ansızın yüzüme doğru hızla yaklaşan iri bir kelebeğin etkisi ile dengemi kaybettim. Parantez açmalıyım burada, üzerime üzerime gelen, tüm canlılardan..insan dahil, ürkerim. Ürküyorum.

Düşer gibi olduğum o anda, nereye düşeceğimi anlama içgüdüsü ile aşağıya doğru baktım. Bir deniz kenarındaydık biz. Ve yakıcı güneş kumsala gelişigüzel atılmış saatleri eritmiş gibiydi. Evet, kocaman saatler ve erimiş bir peynir gibiydiler!

Sıkıca, kendine doğru çektiği için, o heyecanımla ona doğru döndüm. Bir gemiye çıkıyorduk. Hem de yelkenli yerine irili ufaklı, rengarenk kanatlı kelebeklerin olduğu bir gemiye. Şaşkınlığıma, çocuksu bir telaşta eklendi.

- Size ayırdığım süre nerede ise dolmak üzere, acele edin hanımefendi. Diye hafifçe söylendi.

Yüzüne ilk kez alıcı gözle baktım. Bıyıkların aşağılara doğru sivri bir şekilde uzatılıyor olmasının, ülkemiz açısından politik bir açıklaması vardı. Vardı da, bu bıyıkların yukarıya doğru sivriltilerek, kıvrılıyor olması ne demekti ?

İnceleyen bakışlarımla, güverteye çıktık. Ben düşünmeksizin oturabilmek için bir yer bakınırken, o geminin en ucuna doğru beni sürüklemeye başladı. Birinin adıma kararlar vermesine alışkın olmayan tüm sakin duygularım, öfke ile bağırmalara hazırlanırken..o eli ile ileriyi işaret etti. İçinde bulunduğumuz geminin bir benzeri gibiydi, arkamızdan gelen. Kelebek kanatları yerine, açmış çiçekler vardı yelkenlerinde..

Diğer geminin içindeki, diğer sivri bıyıklı adamın yanında duran, diğer kişi ile aynı kaderi paylaşıyor olmanın verdiği, ortaklıkla el salladık birbirimize.

- komiksin dedim kendime.
- Eee bıraktık olayları akışına yaaa dedi kendim.

- Kendinizi bu kadar incelemek yerine, biraz etrafınıza baksanız küçük hanım, sesi ile kendime geldim.

- O çocuk ruhunu saklamayı beceremezsen, hanımefendilikten küçük hanımlığa terfi edersin dedim kendime..hınçlı tonumla

Geriye sahile doğru bakarken, binaların, camilerin, koskoca İstanbul’un artık orada olmadığını fark ettim. O uçsuz bucaksız boşluğun bir köşesinde kelebek kanatları ile süslü yeldeğirmenleri vardı.

- Don Kişot ve sadık seyisi Sanço Panço’da severlerdi, bunları dedim. Kahkahalarla karışık.

Beni duymayıp yada esprimi anlamayıp,

- Şu ağaçları da beğenirsiniz küçük hanım dedi.

Sıra sıra büyük kocaman ağaçlardı, nesi ilginç derken..nefesim kesildi. İnsan kafaları idi bunlar, kocaman, arka plan gözüken insan kafaları!

- Nasıl bir düştür bu, dedim. Nasıl ?

- İnsan, klinik paranoya olayında olduğu gibi, gerçek bir düş dünyası yaratmalı, ama bunu yaparken de usun denetim altında tutulup iradenin bilinçli olarak bir süre askıya alındığını da unutmamalı. Bu yöntem sanatsal yaratının yanı sıra, günlük yaşamıma da yön verdi .Salvador Dali.(ben yazmadım. O dediJ )

- Yok, ben bir önce ağlamalıyım sevinçten dedim kendime..

- Yolculuğumuzun sonuna geldik, küçük hanım diyerek..yine tüm kibarlığı ile elimi tuttu.

- Ama, doymadım ki ben bu rüyaya..

Eli ile arkaya doğru bir reverans yaparak ;

- Bir tablo boyu yol gittik sizinle. Ve bir düş kadar güzel.

Sustum.

- Belki bir gün hiç olmadık yerde ve anda hatırlayıp, özlersiniz. Keyifle hatırlarsınız, düşlerimi. Bu keyif, en güzel ödülüm olacak.


Cep telefonumun uyandırma melodisi bangır bangır çaldı. “öpünce anlıyorum, ben seninle yaşıyorum….” Ne coşku dolu, değiştirmeliyim, bir ara..Bir düşten, düşmüş kadar yorgundum. Uyandım.



hayatinortasinda..
23/01/2009


Not: İlgili resimler


http://img1.blogcu.com/images/s/e/s/sesgikan08/salvador-dali.jpg


http://i184.photobucket.com/albums/x246/natalielovesacid/Salvador-Dali-memoirep.jpg

http://science.kukuchew.com/wp-content/uploads/2008/05/salvador-dali-three-sphinxes-of-bikini.jpg

http://ilkerbek.ksu.edu.tr/incoming/dali_01_10.jpg

http://img1.blogcu.com/images/t/a/n/tanne/dali17.jpg

gerçek..

Kahkahalarımın ardında değil, hüzünlerim

kırık-dökük mü gözüken, ellerimde tuttuklarım?

kanma!

Acıdan beslenir, şair.

eski bir eksi / 2

Ben giderim.
Ardımdan sen de gidersin.

Ne değişir?

Bir başkası alır, yerimi.

Oysa,
daha bir başkası
bende ki yerini, alamaz!

21 Oca 2009

Kısa bir an gibi gözüken..geniş zamanlar..



Salona doğru, birbirlerinin benzeri olan adımlarıyla giriş yapıp, aynı anda piyanonun sandalyesine oturdular. Kadın, oturmak üzere iken, başını çevirip, adama sıcacık gülümsedi. Adam, aynı sıcaklıkla karşılık verdi.

Biri sol, diğeri sağ eli ile uzanarak, sakinlikle kaldırdılar, tuşların üzerinden kapağı.
Usul usul dokundular ve usulca aynı melodiyi çalmaya-dinlemeye başladılar. Birbirlerine bakmadan, ruhlarının aynı ritimde dans ettiğini düşleyerek.

Adam, bir anda o kadar kaptırdı ki kendini çaldığı melodiye..hızlandı, daha hızlı, hızlı, hızlı..Kadının parmakları yetişemez oldu. Piyanodan çekip ellerini, kucağında birleştirdi. Dönüp en tanımayan gözlerle baktı adama. Ve bu tanımamanın, boğazından miğdesine giden buz gibi bir su edasında, inişini izledi bedenine.

Sırtını dikleştirip, dikkatini kendine vererek dokundu tuşlara...

Ve aksilik, en dipteki o akordu bozuk tuşa basar oldu parmakları sürekli. Her dokunuşunda, adam rahatsızlık veriyorsun ifadesi ile baktı. Kadın, buna aldırmadı. Sadece, böyle yaptığında kendisine dönen bir bakış vardı artık.

Yeniden, en baştan çalmaya başladı melodisini, kendisi için. Kulağına tıkadığı binbir sorun ve düşünce pamuklarıyla, adam da zaten onu duyamazdı ki.

Kadın, buna da aldırmadı, boşluğa sıcacık gülümserken..
.

20 Oca 2009

Eski bir eksi..



Eksiklerin
yerine
tamları

Eksilenlerin
boşluğuna
olanları

Eksiltenlerin
verdiği anlama
arttıranları

ekledim…

ama
o’nun eskiyen yerine,
hiçbir şeyi koymadım..

.

19 Oca 2009

alkışlarla

Sonunda oldu,

kim olduğunu çözdün.


İnsanlara nasıl bakacağını,

Kime ne diyeceğini biliyorsun.

Sen de, onlara benzedin !

yazamayan şair'e..

Boynuna kemendi takmışlar !

gitsen de, tutsaksın

bitsen de, bağlı

sözcüklerine.

.

18 Oca 2009

âciz..



Uç diyorsun.

Hadi, uç..

Bulut da

gökyüzü de

sen(s)in.
Yüklerken tüyden hafif tüm duy(g)ularıma
29 harfin ağırlığını..
.
Uçmak neydi?
Kanadını kaldırmaya âcizken!
.

16 Oca 2009

çocuk..




Uzun hem de çok uzun tahta parçalarıyla yukarıda durması sağlanan bir göğün altında yürüyorum. Bahar geldiği için çiçeklerden filizlenen alevleri görüyorum. Bir kaç gün sonra bu çiçekler iyice alevlenecekler. İşte o zaman alev-çiçekleri en ihtişamlı zamanlarına ulaşacaklar.
Ellerimi açıp, avuç içlerimle dokunuyorum hafifçe üzerlerine… Okşuyorum bu hallerini. Küçük adımlarımla yürüyorum. Ki başımın üzerinde uçuşan mavi kanatlı kelebek ürkmesin, varlığımdan.
Kelebeğin kanadına takılıyor o anda gözlerim. Su damlasından kanatları olan pek çok kelebek görmüştüm. Ama hepsinin kanatlarının rengi konduğu yere göre değişiyordu. Bu kelebeğin kanadıysa hep maviydi. Gülümsedim o an…
Yolun karşısında bulunan ağaçlıklı yola girdim. Ben çocukken annem buraya gelmemi yasaklamıştı. İçeride korkunç şeylerin olduğunu söylerdi bana. Burada o kadar gezinmeme rağmen tek korkunç şey güzelliğin kendisiydi. Merak kaç gerçek bu kadar güzel olabilir? Çocukluğumu üzerimden çıkartıp ağaçlık yolun girişine bıraktım. Sonra ağaçların arasında kayboldum.
Güneş, çocukluğuma eşlik etmek için girişte kalmış olmalıydı. Gölgelerin altında kalakaldım, ürkek. Yükseğe en yükseğe ulaşan bu ağaçların adı ne olmalıydı? Benim bilmediğim!
Başka insanların bu ormanda gezerken kaybolmuş gölgeleri paçalarıma yapışmıştı. Sürekli yalvarıyorlardı. "Beni al" "Hayır beni al" diye birbirleriyle kavga ediyorlardı. En sonunda bu kavgalarını fırsat bilip uzaklaştım oradan. Kâh bir ağaca çarpıp kâh kendi korkularıma çarpıp düşüyordum. Nerde olduğumu bile bilmiyordum. Sonra o ışığı gördüm. Küçük bir ışıktı. Usul adımlarla o ışığa doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça büyüyordu ışık. Bir anda her taraf aydınlanmaya başladı. Etrafımdaki ağaçlar daha da güzel görünmeye başladılar gözüme. Işığın yayıldığı yer bir evdi. Aynı bir salıncak gibiydi. Pencereler ve kapılar ipler vasıtasıyla ağaçların dallarına asılmıştı. Giriş kapısının önünde bir merdiven vardı. Evin zemini ve çatısı boşluktandı. Duvarları yoktu. O ışığı yayan lambaysa havada öylece asılı duruyordu.
— Merhaba. Diye seslendim. Cevap alma düşüncesi olmadan.
Belki duymamışlardır dedim kendime. Neden duymamışlardır dediğime de takıldım, duymuş da olabilirlerdi.
— Merhaba? Merhaba?
Sesim evin içinde yankılanmaya başladı. Boşluğa çarptıkça, oradan oraya çarpan/seken bir top gibi… Büyüyerek… Yıldırım gibi… Tüm gücüyle çarptı vücuduma. Sendeledim sesimden.
Bu seslenmeler esnasında merdivenin önüne gelmiştim bile. Ağır adımlarla çıktım. Merdiven hayli eskiydi anlaşılan; sürekli gıcırlıyordu. Bense ses çıkartmamak için ayrıca bir çaba sarf ediyordum. Ama nafile. Sonra havada iplerle asılı kapının önüne geldim. Aralıktı. İttim kapıyı ve ardına kadar açıldı. Tek gözlü bir odaydı burası. Aşağıya baktığımda zeminin olmadığını gözlerimle yeniden gördüm. Ama benim uzaktan bakarken gördüğüm manzaradan çok farklıydı zemine bakınca gördüğüm. Uzaktan buraya bakınca alt tarafta bir kaç ot ve taş parçaları vardı. Şimdiyse bir uçurum… Ayağımı az ileri götürdüğümde bir şeye dokundum. Hızla çektim ayağımı. Ayağım bir zemine değmişti. Sonra yeniden uzattım. Evet bir zemin vardı. Kapının kenarına sıkıca tutunup diğer ayağımı da attım içeri. Evet düşmüyordum. Bu güven hissiyle yürüdüm. Sonra gözüm kenardaki tabloya takıldı. Tabloda birisi bu eve bakıp bağırıyordu. Yaklaştığımdaysa tablodakinin ben olduğunu gördüm
Ama tam ben değildim. Yüzüm ben gibiydi, ama başka bir duruşum vardı. Bakışlarım içimi delip geçicek kadar, güven doluydu. Ellerimi birine uzatır gibiydim. Yada biri ile konuşuyordum, tek değildim o zaman bu oda da.
Resimden kendimi kurtarıp etrafıma baktığımdaysa bir anda odanın değişmiş olduğunu fark ettim. Üç oda vardı. Ve ben salonda öylece durmuştum. Zeminde rengârenk İran halısı vardı. Halıyı kaldırıp altına baktığımdaysa parkeleri gördüm. Peki ya uçurum? O nerde? Sonra pencereye koştum. Gördüklerim inanılacak türden değildi. Bir şehirdi burası. Karşıda başka bir müstakil ev vardı. Evin önündeyse çimenlik bir alan… Peki orman? O nerde?
— Geç kaldığım için kusuruma kalma. Dedi bir kadın.

Sese doğru döndüm. İlk gözüme çarpan, v yaka elbisesinin yakasında taşıdığı mavi kanatlı kelebek broşu oldu. Gülümsedim...
— Sizi beklemiyordum dedim.
— Beklemediğinizi bilerek, beklettim. Dedi.
Bir eliyle oturmam için karşısındaki küçük koltuğu gösterirken, bordo kadife kumaşla kaplı eski bir sandalyeye ilişir gibi oturdu.
— Bu da ne demek şimdi? Diye sordu bana. Sesinde hayret ve öfke vardı.
Anlamadığımı belli eden gözlerle baktım kadına.
— Onca zamandan sonra bana söyleyebileceğin tek şey bu mu? Bir çocukla birlikte beni burada bırakıp gittin. Senin eşin olmanın bedeli bu mu?
— Eşim mi?
— Evet ya eşin. Bir eşin ve çocuğun olduğunu unuttun sanırım.
— Özür dilerim ama hatırlamıyorum.
— Hatırlamıyorsun demek. Dedi ve masada duran sigaraya uzanıp bir tane aldı. Sinirle bir kaç kere denedikten sonra anca yakabildi sigarayı. Elleri titriyordu. Etrafına bakınıyordu. Hareketleri çok hızlıydı. Arada bana bakıyordu. Durup bir an bir şey söyleyecekmiş gibi oluyordu. Ama son anda vazgeçiyordu. Derken kapı çalındı.
— Oğlun geldi.
— Oğlum mu?
Kadın yüzüme bakarak kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açmadan biraz daha baktı bana. Sonra açtı kapıyı. Küçük dilimi yutacaktım nerdeyse. Kapının ardında duran çocuk bana bakıyordu. Dönüp kadına baktı bir süre.
— Anne bu amca kim?
— Baban oğlum...
Çocuk hiçbir şey demeden bana doğru geliyordu. Ne yapacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Bomboştu gözleri. Ne özlem ne de kin vardı. Belki de bu çocuk olup bu hisleri tanımamasından ileri geliyordu. Veya kendince yaşıyordu da bu hisleri ben anlamıyordum. Önüme geldi ve durdu. Aman Tanrı'm. Bu benim çocukluğumdu.
Benim çocukluğum mu? Diye tekrarladım içimden. Ya tabloda ki, ben?
Hayır… Hiçbiri ben değildim. Bu kadın eşimde değildi.
Gölgelerden biri sızmıştı içime. Evet, kesin gölgelerden biri sızmıştı içime. Bir gölge olarak yaşam süren… Ve sonra gölgesinin yerine geçen silik biri sinmişti içime. Yerimden hızla fırlayıp duvardaki resme doğru koşmaya başladım. Masanın üzerinde duran kalemlerden biri alıp resme sapladım. Resim ortadan ikiye yırtıldı.

— Kendi çizdiğin resmi neden yırtıyorsun? Diye sordu kadın. Çocuksa kadının arkasına sinmişti.
— Ben mi?
— Evet sen. Sana o ormandaki eve gitmemeni söylemiştim. Sense bir gün beni dinlemeyip gittin. Ve döndüğünde bu resmi çizdin. Daha önce hiç resim çizmemişken…

Kapıdan hızla dışarı fırladığımı hatırlıyorum. Ormana doğru koşuyordum. Ama orman bu kentte değildi ki! Amaçsızca koştum. Sanki içimden bir his beni bir yöne doğru koşturuyordu. O sesi dinledim. İşte orman. Soluk bile almadan daldım ormanın içine. Koştum... Koştum... Koştum...
En sonunda kendimi o evin önünde buldum. Eve doğru düşünmeden koştum. Merdivenleri çıktım. Ve aralık kapıdan içeri girdim. Boşlukta asılı duran resme baktım. Bir aile resmi vardı. O kadın ve çocuğun resmiydi bu. Kadın bir koltukta oturmuş. Çocuksa yanında duruyordu. Altındaysa bir not:
“Sevgili eşimin ölümünün beşinci yıl dönümüne adanmıştır.”
Artık tek umudum, çocukluğumun büyüyüp beni buradan kurtarmasına bağlı.
Sonra dönüp yeniden yazıya baktım. O an oraya yığıldım. Çünkü bu benim el yazımdı.

masal mavisi..
hayatinortasinda..

15 Oca 2009

..




Ne zaman son kelimesi çıktı ağızdan
zaman durdu, tam o zaman.
Son katılınca, hayatın içine..
anlamı değişti görünen/hissedilen tüm detayların.

cam fanus içinde beden
sesler mırıltı halinde, ulaşsa da
ne dediklerinin önemi de yok.

içini burkan
büyüyen
bu acının, sızısı
seni tek ilgilendiren.

son sözler bir de, fısıldanan

gülümseyen mi olmalı
hatırlanan
özlenen
derin.

Bulundukları ve kalıcakları yer kadar derin.

Hüzün dağıtan, kelimeler
ve mutluluk olmalı
lay lay lom

Bir o kadar mutluluk ki, şaşarsın
bu son gözyaşı damlasına, gizlenen..

.

14 Oca 2009

Haber (im)




Günün ve insanların, henüz uyanmadığı bir sabahtı. Elimde dünden kalma okunmamış bir gazeteyle yürümekteydim. Ayağımın altındaki yaprakların hışırtılarında saklı uykularımı uyandırmadan ilerliyordum. Rüzgârdan sallanan salıncaklara baktım bir süre. Sonra bir banka oturdum.

Oturuşumla, içimi ürperten o ayaz vücudumu sardı. Montuma sokulurken, gazeteyi bankın üzerine gelişi-güzel bıraktım. Sonra gazetedeki o fotoğrafı gördüm. Birisi sabahın köründe bir parkta bir bankın üzerinde oturmuş ve gazete okuyordu.
Ne gibi bir haber değeri vardı ki bunun?

Tam o anda, gözüme çarpan o ışığın bir fotoğraf makinesinin flaşı olduğunu anladım. Yerimden kalkıp fotoğrafı çeken kişinin peşinden koşmaya başladım. Çok hızlı koşuyordu. Arada arkasına bakıp adımlarını daha sıklaştırıyordu. Derken parkın çaprazındaki binaların arasındaki sokağa girdi. Daha önce hiç görmemiştim bu sokağı. Sokağa girdiğim anda fotoğrafçıyı kaybettim. Peki, burası neresiydi?

Soluklanmak için, duvara yaslandım.
Sokağın diğer tarafında, bir kadınla erkek birbirlerine bağırmaya başladılar. Bağırmalar, kadının ağlamalarına karışırken adam, kadına kuvvetli bir tokat attı.
Donup kaldım. Benim dışımda hiç kimse, dönüp bakmıyordu. Kadın sendeledi. Adam vurmaya devam etti. Öfkeden deliye dönmüş gibiydi… Korktum…
Beynimin bir köşesi, yardım et derken ayaklarım kıpırdamamak için söz vermiş gibi yere yapıştı.
Gitmeye çalışıyor ama gidemiyordum. Yardım etmeliydim kadına. Ben bunları düşünürken kadın yere düştü. Diğer insanların aldırmazlığı içinde yerdeki kadına sürekli vuruyordu adam.
En sonunda yerimden fırladım. Adamı tuttuğum gibi yolun kenarına savurdum. Korku insana sahiden acı bir güç veriyor. Yerinden kalkan adam koşarak bana doğru geldi ve kadını kaldırmak için uzattığım elime vurup bir tekme de yüzüme savurdu. Yere düşünce elimi çiğnemeye başladı. O acıyla adamın sağ bacağını ısırdım. İrkilen adam acıyla yere serildi. Yerde bir yandan bana sövüyordu. Elleriyle sanki acısı geçecekmiş gibi baldırını tutuyordu.

Sonra yerinden kalkıp bana doğru aksak adımlarla yürümeye başladı. Küfürler ediyordu. Beni ve o kadını öldüreceğini söylüyordu. O anda yerde duran taşı fark ettim. Ve elime aldığım gibi adama vurmaya başladım. Kafası paramparça olmuştu.

Kadın gülümseyerek bana bakıyordu. Bense ürküp sokağın diğer kaldırımına doğru sürünmeye başladım. Kadın yanıma gelip bir sigara uzattı. Elini ceplerine atıp çıkardığı bir mendille yüzünü sildi. Aman Tanrı'm! Bu kadın annemdi.

Titreyen ellerimle sigaraya uzandım. Ellerim de, bedenimi zar zor taşıyan bacaklarım da farklılaşmıştı annemin yanında. Sanki gençliğin o toy günlerindeki, bir dirilik vardı bedenimde. Kaldırıma çömelip, çakmağımı çıkartırken adamın parçalanmış yüzünü örtmeye çalıştıkları gazetede ki fotoğrafı gördüm.
"acımasız katil" kaldırıma çömelmiş, sigara içen gençliğim…

Tam o anda, gözüme çarpan o ışığın bir fotoğraf makinesinin flaşı olduğunu anladım.
Kovalamadım bu sefer. Kovalayamadım. Fotoğrafçıyı gördüğümde bir anda gazetedeki haber geldi aklıma. Bankta oturan adamla ilgili haber… Hemen açtım gazeteyi. Fotoğraftaki adam bendim. Altında da şu haber yazılıydı;
Babasını öldüren genç adam parkta yakalandı. Annesini sürekli dövdüğü için babasını öldürdüğünü iddia eden gencin annesi bundan beş sene evvel hayatını kaybetmişti.
Sorgu için karakola götürülen genç kaldığı hücrede anlaşılamayan bir nedenden ötürü ölü bulundu.

13 Ocak 2009
hayatinortasinda..
masal mavisi..
.

13 Oca 2009

bir güne, bir düş



Benim olmadığını bildiğim bir cümleydi, dışıma yüksek sesle tekrarladığım..
Burada ki "benim"den kastettiğim, "ben" im aslında.
Benim olduğunu bildiğim bir cümleydi, içime usulca sayıkladığım. Buradaki "Benim"den kastettiğim... Ben değilim aslında.


Kimbilir ne zaman yazdım bu cümleleri günceme. Ki tarih atma gibi bir alışkanlığım hiç olmadı. Tarihe ve zamana da pek alıştığım söylenemez aslında. Belki bu cümleyi yarın yazacağım. Belki de hiç...

Belki de hiç bir sese dönüşmeyecek kelimelerim..Belki de hiçbir ses tanımayacak kelimelerimi..
Bilmiyorum. "Belki"leri bu denli peşpeşe kullandığıma da şaşırıyorum açıkçası.
Belki bu "Belki"ler bir temenni barındırır içinde...

Benli düşüncelerimle bu kadar boğulmuşken, kapının çalan zili ile ayaklarıma sürtünen, yaşadığımın tek şahidi kedinin derin/acılı miyavlamaları birbirine karıştı. Yerimden kalkmak için doğrulduğumda zilin sesi dikkatimi çekti. Kapının önünde öylece durdum ve çalan zili dinlemeye başladım.
Kapının ardındaki kapıya vurunca birden ağzımdan o laf çıktı;

- Kapıyı yumruklama. Zili çal!

Çıkan sesimden, duyduğum tepkili tonumdan.. Ürktüm. Kendi kendime "Sussana sen" dedim.
Kapının ardında duran kişi zile arka arkaya basarken

"Seni manyak herif, açsana şu lanet kapıyı" diye bağırıyordu.

Yumdum gözlerimi. Zil sesine şu ana dek dikkat etmediğim için kızdım kendime. Bu ses... Evet bu oydu...

Birilerinin evindeydim. Kimdi ? Tanıdıktı herhalde insanlar.. Kalabalıktı. Sigara dumanına karışmıştı sanki insan nefesleri..

Yüzler dönüyordu, gözlerimin önünde.. Yok. Başım dönüyordu, hoşuma gidiyordu, bu yalpalanan bedenim...o zaman da duymuştum.

Hayır, hayır... O zaman duymamıştım. O zaman tam karşımda görmüştüm. Tam olmasa bile karşımdaydı. Sahiden ben kimin evindeydim o gün? Öznelerle barışma zamanım geldi sanırım. Ama daha önce zaman kipleriyle olan sorunumu çözmem lazım.Sonra o ses yeniden kulağıma fısıldadı;

- Sevmiyorsunuz sanırım bu partileri.
- Eğer şu gürültüden kendimi bulabilirsem sorunuza cevap vereceğim.

Anlamadım bakışını farkedince, bedenimi dengeleyememenin verdiği tüm engelleri aşabilmenin gizli sevincini içimde hissederek.. Eğildim ona doğru, aldığım kokusu bir kez daha döndürürken başımı.. Kapı zili kokuyordu. Evet, kapı zili kokuyordu.

- Eğer şu kendimi verebilirsem, cevabınızı bulabilirim..

Gülümsedi o an. Ona bakmak kapının dürbününden kitap okumak denli güzeldi. Kapının ardından gelen ses karıştı o anda müziğin içine.

- Ya sadist misin nesin açsana şu kapıyı. Sabahtan beri zile bastırıyorsun bana.

O ise gülümseyip;

- İsterseniz açın kapıyı. Dedi.

Bense gözlerimi ondan ayırmadan;

- Onu o kapıya gelmesine daha iki gün var. Dedim.
- Ya kediniz ? Dedi. Ona da mı iki gün var?

Bakışlarım, ayaklarımın dibine doğru kaydı.. Başımı kaldırdığımda, kapının deliği ile göz göze geldik. O an bir delikten nasıl göründüğümü merak ettim.

Ya kedim? Sahi o nerde şuan? Etrafıma baktığımda gözüm orkestraya takıldı. Piyanonun başında kedim oturuyordu. Yanında benim bile hayal edemeyeceğim iki güzel bayan vardı. Patileri nasıl da ustaca geziniyordu tuşların üzerinde. O da beni farketti. Ve bana bakıp miyavlayarak selamladı.

Derken kapının ardından aynı ses geldi.

- Allah belanı versin. Açsana şu kapıyı. Gitarımı unutmuşum onu alıp gideceğim. Geç kaldım sayende.Gözlerimin içine bakıp;

- İsterseniz açın kapıyı. Dedi.

- Gitarı almak için eve gitmesi lazım. Burası benim evim değil ki.

- Peki neden ısrarla basıyor zile?

- Bu hayali bozmak için.

Gülümsedi yüzüme. Pencerenin açık kısmından perdeleri kaldırıp yüze dokunan bir serinlik gibiydi gülüşü.

Elimden tuttu. Kapıya doğru yürüdük birlikte. Sonra açtı kapıyı. Arkadaşım bayanı görünce şaşırdı. Utandı da biraz. Eliyle abuk subuk hareketler yapıp içeri geçti.

Yan odadaki gitarını alıp aynı kapıdan çıkıp, gitti…

hayatinortasinda..
masal mavisi..

NOT : Birlikte cümle cümle geliştirilen bir anlatım..tek bana ait değil, diye özellikle belirtiyim.

10 Oca 2009

..


Devlet dairelerinde
büyük çelik dolapların üzerlerine yapıştırırlardı.
"yangından ilk kurtarılacak"
.
Kapı kapalı.
Sesleri duysan bile, seslenemiyorsun.
Elini uzatsan, dokunamıyorsun.
"ilk gözden çıkartılabilen" 'sin
anlamıyorsun!
.

9 Oca 2009

zalim..




Gözlerini kapa,

ellerini yum...

benim "can kırıklarım" var

içimde tekrarladığım / sakladığım.

Acırsa canım,

Acıtırım, acımam!


"Benim belki de gizli bir bildiğim var,
Elbette ağlarım benim can kırıklarım var,
Senin gördüğün yanağımdan süzülenler,
Asıl içimde, içinde yüzdüğüm bir deniz var. "


Şebnem Ferah Can Kırıkları.

.

unuttum..( şiirin adını:) )



Parmağının ucu ile dokunduğunda, toz olup

uçaşan havada

varlığı,
yok olan..

Bir çiçek vardı

adını, unuttun..


Öyle idi

hisseden, bir kalp

onu da unuttun!

.

MIŞ olsun adı..



Her şeyin,
bir zamanı varmış!
Dün
sen kendini, ehlileştiriyordun
büyümek adına.

Bugün
hayat seni, ehlileştiriyor
yaşamak adına..

.

7 Oca 2009

Sonra..



Avucunun içindeki minik çakıl taşları ile
örüyordun kendine
bir dış duvar.

çekildikçe içine
dil sustukça
öfke dinerdi

hırpalanmış bir sevginin üzerinden..
geçip gidiyordu
geçip gidiyordun

sivri uçlu bir mızraptan keskindi, sözler..
acıtıyordu
acıtıyordun

Bitmemişti ki henüz
ördüğün, dayanıklılık siperlerin

neydi,
çarpıp bedenine sersemleten..

hiddetli bir rüzgar
savrulan bir tokat

eksik bir kaç anıdan başka bir şey değildi,
üzen..

seslendin yine de
acıtma canımı!

.

5 Oca 2009

önce..




İnce ve eski bir

porşömen kağıdına yazar gibiydi harflerini


değerinin, bilincinde..


İçindeki ışığın aydınlığı,

yansırken yüzüme,

dinlerdim.


Sesini duymak

nefesini hissetmekti, okumak..


Ve,

küçük bir kelebeğin kanat çırpınışıydı kalbim,

yanan o ateş,

tüm benliğimi sarmadan önce..

.

4 Oca 2009

sorgulamalar..





Yağmur, arabanın camına vuruyordu,

ben dışarıya dalıp gitmişken.

dışarısı soğuk ve ıslanmışsan

hissettiğin sıcaklıktan gelen

nasıl bir rehavettir, bu üstüne çöreklenen?


Gece, ışıkların ardındaydı,

ben görmeden bakarken.

kalabalık bir yalnızlığa sarınmışsan

ve tek sen sessizsen

nasıl bir karmaşıdır, üzerine sinen?


Araba, gecenin içinde bir yerlere yanaştı

inenler oldu elbette, ben gibi.

beklediğine varma umudu olanlar,

yola devam edenler

diye mırıldandım..

ve tek kendim işittim söylemek istediklerimi,

olsun..


Ya sen, hiç beni bekledin mi?

.

1 Oca 2009

ara'best..yok öyle değildi, arabesk






Erkek ;

gidiyorsun içimden,

bu yitip,

kaybolan, baharımla birlikte..

gözlerini kapatıpta, yaşanan gerçeklere

soluksuzca

sorumsuzca

ve korkakça gidiyorsun..


Kadın ;

biten ne

tükenen ne

belki istenen,

ama gerçekleş-e-meyen düşler

yada umutlar, yeşertilen.


Erkek ;

gidiyorsun..

içimden değil ama, sen'imden gidiyorsun!


Kadın ;

bırakıpta,

geride şarkıları sözsüz

şiirlerimi, dizesiz

kalbimi, yarımsız


Erkek; susar

Kadın; konuşamaz

aksi yöne giderken bedenler,
bir fısıltı gibi adları dolaşır,
kalplerde..

.