16 Oca 2009

çocuk..




Uzun hem de çok uzun tahta parçalarıyla yukarıda durması sağlanan bir göğün altında yürüyorum. Bahar geldiği için çiçeklerden filizlenen alevleri görüyorum. Bir kaç gün sonra bu çiçekler iyice alevlenecekler. İşte o zaman alev-çiçekleri en ihtişamlı zamanlarına ulaşacaklar.
Ellerimi açıp, avuç içlerimle dokunuyorum hafifçe üzerlerine… Okşuyorum bu hallerini. Küçük adımlarımla yürüyorum. Ki başımın üzerinde uçuşan mavi kanatlı kelebek ürkmesin, varlığımdan.
Kelebeğin kanadına takılıyor o anda gözlerim. Su damlasından kanatları olan pek çok kelebek görmüştüm. Ama hepsinin kanatlarının rengi konduğu yere göre değişiyordu. Bu kelebeğin kanadıysa hep maviydi. Gülümsedim o an…
Yolun karşısında bulunan ağaçlıklı yola girdim. Ben çocukken annem buraya gelmemi yasaklamıştı. İçeride korkunç şeylerin olduğunu söylerdi bana. Burada o kadar gezinmeme rağmen tek korkunç şey güzelliğin kendisiydi. Merak kaç gerçek bu kadar güzel olabilir? Çocukluğumu üzerimden çıkartıp ağaçlık yolun girişine bıraktım. Sonra ağaçların arasında kayboldum.
Güneş, çocukluğuma eşlik etmek için girişte kalmış olmalıydı. Gölgelerin altında kalakaldım, ürkek. Yükseğe en yükseğe ulaşan bu ağaçların adı ne olmalıydı? Benim bilmediğim!
Başka insanların bu ormanda gezerken kaybolmuş gölgeleri paçalarıma yapışmıştı. Sürekli yalvarıyorlardı. "Beni al" "Hayır beni al" diye birbirleriyle kavga ediyorlardı. En sonunda bu kavgalarını fırsat bilip uzaklaştım oradan. Kâh bir ağaca çarpıp kâh kendi korkularıma çarpıp düşüyordum. Nerde olduğumu bile bilmiyordum. Sonra o ışığı gördüm. Küçük bir ışıktı. Usul adımlarla o ışığa doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça büyüyordu ışık. Bir anda her taraf aydınlanmaya başladı. Etrafımdaki ağaçlar daha da güzel görünmeye başladılar gözüme. Işığın yayıldığı yer bir evdi. Aynı bir salıncak gibiydi. Pencereler ve kapılar ipler vasıtasıyla ağaçların dallarına asılmıştı. Giriş kapısının önünde bir merdiven vardı. Evin zemini ve çatısı boşluktandı. Duvarları yoktu. O ışığı yayan lambaysa havada öylece asılı duruyordu.
— Merhaba. Diye seslendim. Cevap alma düşüncesi olmadan.
Belki duymamışlardır dedim kendime. Neden duymamışlardır dediğime de takıldım, duymuş da olabilirlerdi.
— Merhaba? Merhaba?
Sesim evin içinde yankılanmaya başladı. Boşluğa çarptıkça, oradan oraya çarpan/seken bir top gibi… Büyüyerek… Yıldırım gibi… Tüm gücüyle çarptı vücuduma. Sendeledim sesimden.
Bu seslenmeler esnasında merdivenin önüne gelmiştim bile. Ağır adımlarla çıktım. Merdiven hayli eskiydi anlaşılan; sürekli gıcırlıyordu. Bense ses çıkartmamak için ayrıca bir çaba sarf ediyordum. Ama nafile. Sonra havada iplerle asılı kapının önüne geldim. Aralıktı. İttim kapıyı ve ardına kadar açıldı. Tek gözlü bir odaydı burası. Aşağıya baktığımda zeminin olmadığını gözlerimle yeniden gördüm. Ama benim uzaktan bakarken gördüğüm manzaradan çok farklıydı zemine bakınca gördüğüm. Uzaktan buraya bakınca alt tarafta bir kaç ot ve taş parçaları vardı. Şimdiyse bir uçurum… Ayağımı az ileri götürdüğümde bir şeye dokundum. Hızla çektim ayağımı. Ayağım bir zemine değmişti. Sonra yeniden uzattım. Evet bir zemin vardı. Kapının kenarına sıkıca tutunup diğer ayağımı da attım içeri. Evet düşmüyordum. Bu güven hissiyle yürüdüm. Sonra gözüm kenardaki tabloya takıldı. Tabloda birisi bu eve bakıp bağırıyordu. Yaklaştığımdaysa tablodakinin ben olduğunu gördüm
Ama tam ben değildim. Yüzüm ben gibiydi, ama başka bir duruşum vardı. Bakışlarım içimi delip geçicek kadar, güven doluydu. Ellerimi birine uzatır gibiydim. Yada biri ile konuşuyordum, tek değildim o zaman bu oda da.
Resimden kendimi kurtarıp etrafıma baktığımdaysa bir anda odanın değişmiş olduğunu fark ettim. Üç oda vardı. Ve ben salonda öylece durmuştum. Zeminde rengârenk İran halısı vardı. Halıyı kaldırıp altına baktığımdaysa parkeleri gördüm. Peki ya uçurum? O nerde? Sonra pencereye koştum. Gördüklerim inanılacak türden değildi. Bir şehirdi burası. Karşıda başka bir müstakil ev vardı. Evin önündeyse çimenlik bir alan… Peki orman? O nerde?
— Geç kaldığım için kusuruma kalma. Dedi bir kadın.

Sese doğru döndüm. İlk gözüme çarpan, v yaka elbisesinin yakasında taşıdığı mavi kanatlı kelebek broşu oldu. Gülümsedim...
— Sizi beklemiyordum dedim.
— Beklemediğinizi bilerek, beklettim. Dedi.
Bir eliyle oturmam için karşısındaki küçük koltuğu gösterirken, bordo kadife kumaşla kaplı eski bir sandalyeye ilişir gibi oturdu.
— Bu da ne demek şimdi? Diye sordu bana. Sesinde hayret ve öfke vardı.
Anlamadığımı belli eden gözlerle baktım kadına.
— Onca zamandan sonra bana söyleyebileceğin tek şey bu mu? Bir çocukla birlikte beni burada bırakıp gittin. Senin eşin olmanın bedeli bu mu?
— Eşim mi?
— Evet ya eşin. Bir eşin ve çocuğun olduğunu unuttun sanırım.
— Özür dilerim ama hatırlamıyorum.
— Hatırlamıyorsun demek. Dedi ve masada duran sigaraya uzanıp bir tane aldı. Sinirle bir kaç kere denedikten sonra anca yakabildi sigarayı. Elleri titriyordu. Etrafına bakınıyordu. Hareketleri çok hızlıydı. Arada bana bakıyordu. Durup bir an bir şey söyleyecekmiş gibi oluyordu. Ama son anda vazgeçiyordu. Derken kapı çalındı.
— Oğlun geldi.
— Oğlum mu?
Kadın yüzüme bakarak kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açmadan biraz daha baktı bana. Sonra açtı kapıyı. Küçük dilimi yutacaktım nerdeyse. Kapının ardında duran çocuk bana bakıyordu. Dönüp kadına baktı bir süre.
— Anne bu amca kim?
— Baban oğlum...
Çocuk hiçbir şey demeden bana doğru geliyordu. Ne yapacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Bomboştu gözleri. Ne özlem ne de kin vardı. Belki de bu çocuk olup bu hisleri tanımamasından ileri geliyordu. Veya kendince yaşıyordu da bu hisleri ben anlamıyordum. Önüme geldi ve durdu. Aman Tanrı'm. Bu benim çocukluğumdu.
Benim çocukluğum mu? Diye tekrarladım içimden. Ya tabloda ki, ben?
Hayır… Hiçbiri ben değildim. Bu kadın eşimde değildi.
Gölgelerden biri sızmıştı içime. Evet, kesin gölgelerden biri sızmıştı içime. Bir gölge olarak yaşam süren… Ve sonra gölgesinin yerine geçen silik biri sinmişti içime. Yerimden hızla fırlayıp duvardaki resme doğru koşmaya başladım. Masanın üzerinde duran kalemlerden biri alıp resme sapladım. Resim ortadan ikiye yırtıldı.

— Kendi çizdiğin resmi neden yırtıyorsun? Diye sordu kadın. Çocuksa kadının arkasına sinmişti.
— Ben mi?
— Evet sen. Sana o ormandaki eve gitmemeni söylemiştim. Sense bir gün beni dinlemeyip gittin. Ve döndüğünde bu resmi çizdin. Daha önce hiç resim çizmemişken…

Kapıdan hızla dışarı fırladığımı hatırlıyorum. Ormana doğru koşuyordum. Ama orman bu kentte değildi ki! Amaçsızca koştum. Sanki içimden bir his beni bir yöne doğru koşturuyordu. O sesi dinledim. İşte orman. Soluk bile almadan daldım ormanın içine. Koştum... Koştum... Koştum...
En sonunda kendimi o evin önünde buldum. Eve doğru düşünmeden koştum. Merdivenleri çıktım. Ve aralık kapıdan içeri girdim. Boşlukta asılı duran resme baktım. Bir aile resmi vardı. O kadın ve çocuğun resmiydi bu. Kadın bir koltukta oturmuş. Çocuksa yanında duruyordu. Altındaysa bir not:
“Sevgili eşimin ölümünün beşinci yıl dönümüne adanmıştır.”
Artık tek umudum, çocukluğumun büyüyüp beni buradan kurtarmasına bağlı.
Sonra dönüp yeniden yazıya baktım. O an oraya yığıldım. Çünkü bu benim el yazımdı.

masal mavisi..
hayatinortasinda..

Hiç yorum yok: