27 Tem 2010

Babil'de Ölüm, İstanbul'da Aşk - İskender PALA




Onlar aşkı birkaç açıdan ele alıyorlar. Mecazî, ilâhi, mistik ve tensel. Hilleli şairin önemsediği aşk ise plâtonik bir vadide akıyor. Doğu’da gönül diye bir şey var ayrıca. Kelime anlamı bizim yürek veya kalp dediğimiz şey ama ondan çok ayrı bir kavram. Bir nesneden çok bir tavır, somuttan çok soyut bir öğe. Muhammediler dışında gönlün ne olduğunu tam olarak açıklamak mümkün görünmüyor. Onlar da bunu açıklamıyorlar zaten, yaşıyorlar.
Çünkü, aşk gönülde tecelli ediyor, doğuşu da varlığı ve batışı da gönülde. Bizim bildiğimiz sevgi ve tensel ilişkiler Doğulu aşkın yalnızca bir versiyonu, hatta en aşağı versiyonu. Ondan ötede daha yedi katman var aşk için.
Bu öyle bir hastalık ki, hasta bu hastalıktan zevk alıyor ve kurtulmak, derman bulmak istemiyor. Öyle bir acı ki, aşk sahibi bunu arzu ediyor ve aşk derdine uğrayan kişi bir daha iyileşmek istemiyor. Acı çeken, acıdan kurtulmayı denemiyor. Zor gibi gözüken şeyleri kolay gösteren de, doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştiren de o.
“seven” bir sıfat orada ve “sevilen” bir isim. O ismi bilmek sevmek için de, uğruna ölmek için de yeterli. Seven sevilenin uğrunda daima hasret, hicran, ayrılık, firkat acıları ile besleniyor. Acılar olmadan, uykusuz geceler olmadan, huzur bulamıyor âdeta. Bu yüzden âşıklar Doğu’da, yıldızların çobanı olarak bilinir. Onların gözkapakları bulutlara ders okutur, gözleri denizlerle yarışır.
***

Eski şairler romanları ya mesnevi biçiminde uzun uzun yada bir roman konusunu bir tek beyitte kısacık ama derinlikli anlatıyorlardı. Onların romanları da piyesleri de, ya bir cengaverin, bir kahramanın ölümsüzlüğünü anlatmak yada ibret alınacak bir öyküleme için var idi; insanların çatısını açıp evlerinin içine bakar gibi müzevirliklere tenezzül etmezdi.
Rahmanî iken beşerîliği tercih etmeyi aklım almıyordu. Ruh iken kalıp olmayı, mânâ iken maddeye kısılıp kalmayı, soyut var iken somutlaşmayı hazmedemiyordum ben. Bütün somutlar ancak soyut için olmalı, bütün maddeler mânâ uğruna harcanmalıydı bana göre.
Zaten efendim Fuzulî’ninde, eski efendileriminde yaptıkları bundan ibaretti. Onlar soyut konuları anlatır ama örneklerini somut olandan seçerlerdi. Böylece yaşanılan hayat veya elle tutulan dünya, hissedilen duygu ve görünmeyen düşünce için bir araç olurdu.
***

"İşin bir de farklı boyutu vardı. Satırlarıma gözlerini iliştirenler, başkalarına hissttirmediklerini sandıkları acıları benden gizleyemediklerini bilselerdi, acaba bana hangi duygularla yaklaşırlardı?" diyordu, bir satır arasında L&M yada Fuzuli'nin sayfalarına döktüğü aşkı, en başında Leyla'nin öptüğü anda hisseden, o çilek, parşömen kağıdı, kendine yakıştırdığı adı ile Kays. İçindeki Akeldan'ın sırlarıyla, yedi yılda bir toplanan, yedi kişiden oluşan BC üyelerinin elinde hırpalanan, diyar diyar gezen, o kitap.
"Bir kitapta yazarın ilk yazdığı değil, okuyanın son söylediği önemlidir muhakkak. Kitapların ve yazarların değişmez kaderidir bu. Bunca didinmelerim ve iğneyle kuyu kazmalarım, o son sözü doğru söylemek içindir.
Doğu, ak, erkek ejder yılıydı. Güz rüzgârlarında, divitimi yakut hokkaya bandırıp bu öyküyü yazmaya başladım. Ve Fuzulî'nin dizelerinde bir aşk oluverdi yirmi üç bün yıllık gizem.."


1 yorum:

Emre Küçükoğlu dedi ki...

Güzel bir hikaye, bizden :)

aşkın günümüzde metalaşan kimliğini aklımızdan sıyırıyor